Yeni Şafak Gazetesinin 17 Temmuz 2010 tarihli Cumartesi Ekinde, Sevil Kuzu'nun Mustafa Ulusoy ile yaptığı röportajı sunuyoruz.
Terapist Mustafa Ulusoy, 17 yıldır "Bizim esas derdimiz ne" sorusunun cevabını danışanlarıyla birlikte arıyor. İnsanların temel acılarına dair iki roman yazan Mustafa Ulusoy'a bir terapist olarak dayanak noktasının ne olduğunu sorduğumuzda, "İçimde kabaran, çalkalanan duyguların doğru biçimde kodlarını çözmek Risalelerin bana sunduğu büyük bir nimet" cevabını veriyor..
İnsanın Temel Acıları üçlemesi adı altında 'Aynalar Koridorunda Aşk' ve 'Giderken Bana Bir Şeyler Söyle' isimli kitapları yazdınız. Sizi bu romanları yazmaya sevk eden düşünce neydi?
On yedi yıldır psikiyatrist ve terapist olarak insanların dertlerini dinliyorum. Çeşit çeşit sorun, çeşit çeşit acı, çeşit çeşit kaygı... Bazen dururum. Kimi zaman günün bitiminde koltuğuma çakılı kalarak, kimi zaman caddede yürürken. Durup şunu sorarım: "Bizim esas derdimiz ne?"
Bu insanların esas derdi ne o zaman?
Çok farklı sorun, çok farklı kaygı ve acıların temelinde birkaç esas meselenin yattığını müşahede ettim. Birincisi ve kanaatimce en önemli meselemiz gezegendeki varlığımızın değerli, sonsuz değerli olduğunu, boşu boşuna burada olmadığımızı, burada bir amaç ve gayeyle olduğumuzu, bir işe yaradığımızı bilme ihtiyacımızdır. Bu bizim olmazsa olmazımızdır. Varlığımızın değersiz olduğuna dair en ufak bir fikre tahammülümüz yok. Çünkü biz sonsuz değer verilerek yaratılmış varlıklarız. Bu bizim en güzel hakikatimizdir. Bu hakikate sahip olamamak dipsiz bir uçuruma düşmek, parça parça olmaktır.
Değersiz olduğunu hisseden bir insan çareyi nerede arar?
Değersizlik, boşu boşunalık hissi, varoluşumuza yönelik ilk ve en önemli tehdittir. Bu tehdide karşı yatay ya da dikey çareler ararız. Dikey çare Yaratıcının bize verdiği sonsuz değere uzanmaktır. Yatay olanı ise aşk, şan şöhret, zenginlik, makam mevki gibi insanların dünyasında bir teveccüh ve değer kazanma amaçlı gayretlerdir. Aşk bunların içinde dünyanın en eski ve en masum çare arayışı gibi duranıdır. Aynalar Koridorunda Aşk romanında bu konuyu ele aldım.
HAYIRLA ŞER ARASINDAKİ SEÇİMİMİZ BELİMİZİ BÜKER
Giderken Bana Bir Şeyler Söyle romanınızda, karakterler üzerinden ölümü anlatıyorsunuz. Temel acımız gerçekten ölüm mü?
Bizim ikinci en temel meselemiz ya da acımız kanaatimce ayrılıktır. Ölüm ayrılığa sebebiyet vermesinden ötürü büyük bir acı verir. Ayrılık kaygısının günlük hayattaki karşılığı daha çok kaybetme korkusudur. Çocuğunun okul dönüşü servisini defalarca arayan annenin temel meselesi çocuğunun başına bir şey geleceği ve onu kaybedeceği endişesidir. 'Kanser miyim acaba' diye doktor doktor, hastane hastane dolaşan bir insanın da temel korkusu aslında kaybetme korkusudur. Kocasını aşırı kıskanın bir kadının da aslında meselesi başkasına ilgi duyup beni terk eder mi korkusudur, yani kaybetme korkusudur. Giderken Bana Bir Şeyler Söyle romanında da bu meseleye eğilmeye çalıştım.
İnsanın Temel Acıları üçlemesinin iki kitabı yayınlandı şu ana kadar, üçüncü kitabın konusu hangi acı olacak? Bu sorunun cevabını okurlarınızın çok merak ettiğine eminim.
Hayırla şer arasındaki seçimimiz bizim belimizi büker. Ebedi Cenneti de ebedi Cehennemi de seçen biziz. Bazen cehennemde olduğum ve bunu benim tercih ettiğimi hayal ettiğimde tüylerim ürperir. Ürpertimin nedeni buna sebebiyet verenin kendi tercihimin olacağıdır. Benliğimizin kendini mi yoksa O'nu mu tercih edeceğinin varoluşsal sorumluluğu ve yükü dizinin üçüncü romanın konusu olacak nasip olursa.
DÜNYANIN ACILI GERÇEĞİNİ GÖSTERMEYE ÇALIŞIYORUM
Peki yazdıklarınızla bu acıları hafifletmeye mi amaçladınız?
Birincil amacım günübirlik kaygıların, korkuların, sorunların temelinde yatan daha esaslı meselelerimize dikkat çekmekti. İnsan basit bir varlık değilse ki değiliz, acılarının da basit olmadığını nazar-ı dikkate sunmaktı. Kitaplarımın bu acıları hafifletmeye yönelik bir işlev görmesini de umuyorum ayrıca.
Kitaplarınızdan sanki terapistlerin de bir çıkmazı olabileceği anlamı çıkıyor. Meslek hayatınızda danışanlarınızdan yana bir çıkmaza düştüğünüz oldu mu?
Biz terapistler çıkmaza düşmesin de kim düşsün! Mutlak Varlıktan koparılmış yaşamın mutluluk ve huzurunu sağlama görevi sağlık sektörüne, özellikle psikiyatristlerin üzerine yıkıldı. Bunun yanı sıra bir haz, rahatlık ve mutluluk efsanesi oluşturuldu. Temel işlevi tıbbi psikiyatrik rahatsızlıkların tedavisi olması gerektiğine inandığım psikiyatri, insanların varoluşsal sorunları ve krizleriyle de baş etmeleri zorunluluğunda bırakıldı. Bu zannımca çaresizliğimizin özü.
Bir diğer mesele de insanların terapistlerden beklentileri. Örneğin 'hayatımda acı çekmek istemiyorum, her daim mutlu olmak istiyorum' diyen bir insana terapistin yapabileceği şey, dünyanın acılı gerçekliğine bakışlarını yöneltmesine yardımcı olmaktır. Bu dünya hayatı eksiktir. Bunu göz ardı edip her şeyiyle tas tamam bir hayat arzu edenler karşısında hissettiğimiz temel duygu çaresizlik oluyor.
HER ZAMAN 'ALLAH VARSA NE GAM' DİYE DÜŞÜNÜRÜM
Kitaplarınızda Dr. Mavi karakteri dikkat çekiyor ve bu karakter kendi içinde çıkmazlara düşebiliyor. Mesela kendisinin de tenkit edilmeden dinlenilmeye ihtiyacı olduğunu haykırıyor. Terapistlerin de dinlenilmeye ihtiyacı var mı yani?
Tenkit edilmeden dinlenilmek insani bir ihtiyaçsa, ki öyledir, evet terapistlerde buna ihtiyaç duyar. Hele hele onca acılı hikâyeleri dinlemeleri belki onların ihtiyacını daha da ziyadeleştirir. Bazen hastalarım gibi bir saat bir çift gözün üzerime odaklanıp, sadece ve sadece benimle meşgul olmasını çok isterim. Birinin kendini parantez içine alıp kendinden bahis açmayarak, varoluşumla ilgilenmesi, bütün dikkatini odaklaması bir terapist olarak benim için de bir ihtiyaç. Mutlak Varlığın Nazar-ı şuhudunun üzerimde olduğunu bilmek ise en büyük teselli kaynağım.
Sizin bir terapist olarak inancınızla birlikte dayanak noktanız nedir? Mesela kitaplarınızda ayetlerden, hadislerden, Bediüzzaman'ın eserlerinden de örnekler görüyoruz.
Kainatı tefekkür etmek önemli bir dayanak noktam. Çünkü kâinata karşı varoluşsal bir sorumluluğum olduğuna inanıyorum. Örneğin gökteki aya bakarak Efendimizin dediği gibi "Seni de beni de yaratan aynı Rab" demek hem aya karşı bir görevim hem de hayat gailesine karşı tesellimdir. Afaki tefekkür, yani dış alemde çıktığım tefekkür yolculuğu yanında enfüsi tefekkür, yani kendi iç alemimi okuma, çözme serüvenim de yine Risale-i Nur'dan edindiğim önemli bir kazanım. İçimde kabaran, çalkalanan duyguların doğru biçimde kodlarını çözmek Risalelerin bana sunduğu büyük bir nimet. Şunu vurgulamalıyım ki aslında Risaleler, Kur'an ve sünnetle aramdaki köprüyü ve irtibatı sağlıyor. Her zaman, "Allah varsa ne gam!" diye düşünmeye çalışırım. Risale-i Nur'un insanın ontolojik sorunlarına Kur'anî ve oldukça köklü çözümler sunduğuna inanıyorum. Bu yüzden Risalelerle tanışmış olmayı bu hayatta başıma gelen en güzel şeylerden biri olarak addederim.
SAİD NURSİ'NİN PSİKOBİYOGRAFİK ROMANINI YAZIYORUM
"Yıllardır Said Nursi'nin psikobiyografisini yazmayı düşünüyor ve bir yandan da zihinsel hazırlık yapıyordum. Geçen sene yazmaya başladım. Ancak yarı akademik bir dille başladığım kitap hızla hikaye diline dönüştü ve ben de romana çevirdim kitabı. Son halinde Kosturma'lı Olga ile Van'lı Sacit'in romantik ve gerilimli ilişkilerinin hikayesi üzerinden Nursi'nin psikobiyografik romanını yazmaya çalışıyorum. Kosturma, Moskova'ya 300 km uzaklıkta Volga kenarında muhteşem bir şehir. Nursi Birinci Dünya Savaşı'nda Ruslara esir düşüyor ve orada iki yıl süreyle esarette kalıyor ve hikayem böyle başlayor."
http://yenisafak.com.tr/Cumartesi/?t=17.07.2010&i=268528